16 Kasım 2008. Memleketimizin güzide yayınevlerinin birinin çok değerli editörlerinden birisiyle yayınevine sunduğu dosyası üzerinde tartıştığı bir sırada, elindeki “Siz akraba evliliğinden mi oldunuz?” baltasını kendi edebi yaşantısının tam orta yerine bütün gücüyle indiren –hani dün gece rüyama giren!– bir arkadaşım var. (Başka bir yerde ve uzamda olsa, mizah duyumunun en parlak örneklerinden biri olarak işe yaraması kaçınılmaz olan bu kahramanca soruyu, bu durumda arkadaşımın bazı gizli güdülerle kasten sorduğunu düşünmemem için bir neden yok, ama aynı zamanda, onun artık ikiye bölünmüş bir adam olarak yaşadığını da biliyorum! Olsun. O şimdi Ariadne için iplik eğiriyor. “Beri yandan, içeriden evlenmenin, uygun gen bileşimi bulunduğu zaman, şampiyon yarış atları çıkardığı da bilinen bir gerçektir. Belki getto çocukları arasından hem ahmaklar, hem dâhiler çıkmasındaki neden budur. İnsan ister istemez Chaim Weizmann’ın vardığı yargıyı anımsıyor: ‘Yahudiler de öteki insanlara benzer, ama daha çok benzer!’”) O halde, bu fragmanın giriş tümcesini okuyan herkes çekinmeden gülümseyebilmeli. (Conchis’in kulakları çınlasın!) Kahkaha atacaklaraysa, “hayır atmayın” demem doğrusu. Benim de birkaç kez esrar denemişliğim var. İlk keşif toplantısı hariç, bu deneyimlere ilişkin olaraksa, bir seferinde kapıldığım gülme krizinden başka, dişe dokunur bir şey anımsamıyorum. Ben de bir editörüm, ama bu mesleğin içinde hasbelkader bulunuyorum. Günümün sekiz saati iş yerinde çalışarak geçtiği halde, günde iki bazen de üç pakete yakın sigara içiyorum. Eline kalem kâğıt yakışan ve kabaca bir hesap yapmayı becerebilen herkes, biraz da ayıksa, günümüz koşullarını düşündüğünde, sigara içmeye ya uykuda ya da işyerinde çalışırken devam ettiğimi kolayca hesaplayabilir. Tabii o zaman benim normal bir insan olduğumu var sayması ve tembelliğimi ya da uykusuzluğumu ihmal etmesi gerekecek. Editörlüğe başladıktan sonra, ‘apple’ gibi anlamları gayet açık bazı İngilizce sözcüklerin kökeni hakkında tesadüfen öğrendiğim mitler yüzünden elimdeki acil işte geçen her ‘elma’ sözcüğüne “bu ne ola ki!” diye bakakalmaya ve olmadık sözlükler karıştırmaya başlasam da (bu meslek yüzünden denizaltı kelimesini ne şekilde yazmaya başladığımı bu kitabın okurlarının en az yarısı duymak istemez!), ya da bir nota olan ‘do’yu ‘du’ diye okumak gibi kökeni belli ki çocukluğumda saklı bazı özürlerim yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor olsa da, bu normallik varsayımının doğru bir ön kabul olduğunu söylediğim anda, kendimi kendi elimle ya da ağzımla adli bir vaka yapmış olacağım ki, bu da hiç normal bir davranış sayılmaz, dahası jurnalciliğin en tuhaf türüne girer: özjurnalcilik. Ama ben gerçekten de normalim – kimi zamanlar sağlıklı yaşama masalına inanacak, sabah evden çıkarken çantama hiç olmazsa bir elma atacak denli normalim. Elmayı yemeyi unutarak haftalarca çantamda gezdirmem ve nihayet çürümüş halini çöpe attıktan sonra mecburen ellerimi yıkamak zorunda kalmamsa, sadece çantamdaki kitapların ölmüş ama öfkeli yazarlarını ilgilendirir.
18 Kasım 2008, sabah. “Küçük bir çocukken, televizyondaki bir dizi filmde komiserin yüzünü 5 rakamına benzetirdim. (Beş rakamının neye benzediğini, anlattığı bir masaldan sonra babam kâğıda çizip göstermişti.) Ne zaman televizyonda bu dizi oynasa, aynı komiser ekrandan bana bir 5 rakamı gibi bakardı. Onu başkalarının da benim gördüğüm gibi görüp görmediğini merak ederdim. Sormak için cesaretimi toplamam uzun zaman alsa da, hayal kırıklığım ani ve kesin olmuştu. Nesnelerle aramdaki ilişkinin bana yaşattığı benzer deneyimler çocukluğum gibi geçip gitseydi, nesnelerden harflere/sözcüklere nüfuz etmeseydi, bunu burada yazmazdım. Asıl büyük hayal kırıklığını ilkokul birinci sınıfta yaşadım. Sınıfın –muhtemelen okulun da– en geç okuyan öğrencisiydim. Harfler çok karışıktı ve nedenlerle doluydu! Harflerde herkesin gördüğünü görmeyi, herkesin anladığını anlamayı ben de çok istiyordum, ama sanırım çok bakmıştım ve hâlâ sadece bakıyordum. Tam umutsuz bir vaka olduğumu düşünmeye başlamıştım ki, bir sabah öğretmenim beni çağırdı ve karatahtanın önünde göğsüme kırmızı kurdeleyi taktı. (Perihan Hürmeriç’in kulakları çınlasın!) Hayatımdaki ilk en sevinçli ve her nasılsa –inanın hiç unutmadım!– en kederli andı. Sevinçliydi çünkü herkes gibi ben de yepyeni bir ülkeye adımımı atmıştım. Ama bu durum bakmanın antik işlevini gözlerimden silemedi. K hâlâ saksıda iki mazıydı benim için – ve tüm küçük ü’ler, i’ler ve ö’ler, lego oyuncaklarımın en değerli joker parçaları. Ama eskiden iki saksı arasında bir asma köprü olan birkaç i, ö ve ü, şimdi artık Kwai Köprüsü’ydü…”
18 Kasım 2008, akşam. Üniversitede asistanlık yaptığım yıllarda (babamın emekli maaşıyla) hurda bir otomobil almıştım. Bir Yahudi Mercedes’i. Aynı ormanda çalışan gerçek bir akademisyenin otomobiliydi. Adını koydum: “Matmazel.” İnanmazsınız, memeleri bile vardı. Göbekten vitesliydi. Yürürken kıçını başını sallıyordu. Tam sevdiğim gibi! Aldığımın daha ikinci haftasında şasisi düştü. Hurdacılar sitesinden yedi buçuk liraya çıkma bir şasi aldım. Aynı gün şasiyi aldığım yere beş liraya geri sattım, çünkü Matmazel’i onaracak usta orijinalini daha çok beğenmişti. Ustayla birlikte Matmazel’in omurgasını bir güzel tamir ettik, bagajındaki delikleri de kaynaklayıp yamadık. Benim yevmiyemi düşünce otuz lira da ustaya verdim ve aynı günün akşamı sevgilisine kavuşmuş bir adamın sevinciyle yarısı toprak altındaki evimin yolunu tuttum. Sık sık ön camındaki dikiz aynası kucağıma düşerdi, yapıştırırdım. Aynanın hemen üzerinde, camla metalin birleştiği yeri macunlamam gerekirdi çünkü yağmurlu havalarda su sızdırırdı. Yolda giderken durduk yerde ön sağ kapısı açılıverirdi; kilidi söker, tamir eder ve yeniden takardım. Birkaç gün idare ederdi. Sisli havalarda astımlı bir sevgili gibi boğulurdu, hemen yolun kenarına çekip kaportasını açar, sakinleşmesini beklerdim. Yavaş yavaş birbirimize alıştıkça, en mahrem yerlerine dokunabilecek güveni de kazandım. İyi de oldu. İkimizin birlikte onarılmadığı gün geçmiyordu böylece. Demem o ki, (mutluluk verici ender sürprizleri bir yana), bütün zahmetine rağmen, kuşkusuz tam da bu zahmet yüzünden, Matmazel’in içindeyken huzur ve güven buluyordum. Birbirimize çok benziyorduk çünkü, birbirimiz için yaratılmıştık… Bir gün ormandayken, yanına döndüğümde ön camına yapıştırılmış bir not buldum. Beş santimetreye yedi buçuk santimetre ebadındaki sarı bir post-it’e mor Stabilo’yla yazılmıştı: “Böylesine anlamsız bir koşuşturmanın yaşandığı dünden kalma günde, Matmazel’in güneşten ısınmış güzelim göğsüne yaslanıp iki soluk almak ne hoş. Haftaya görüşürüz.” Şu an düşündüm de, sanırım sapsarı bir sonbaharın sıradan bir cuma ikindisiydi! (Gece gece çanını çalan Doktor’un kulakları çınlasın!) “ABD’de tüm şiddetiyle süren ekonomik kriz yıllarında, rüzgârdaki bir yaprak gibi eyaletten eyalete sürüklenen Frank, güzel Cora ve kendinden yaşça büyük kocası Nick’in işlettiği küçük bir lokantaya gelir. Nick’in acıyıp yer gösterdiği genç adam Cora’yla tutkulu bir ilişki yaşamaya başlar. Aşktan gözleri kör olan sevgililer Nick’i öldürüp hem özgürlüklerine hem de sigortadan gelecek yüklü paraya sahip olmaya karar verirler. Ancak hayat sürprizlerle doludur.” “Tutkularla gerçekleştirilebilen her şey akılla da gerçekleştirilebilmelidir. Elbette kurulu siyasal rejimler, ideolojiler, din ve ahlak sistemleri aklın herkes tarafından özgürce kullanılmasına izin verirlerse!” (Ulus Baker’in kulakları çınlasın!) Bence her çatlağı değerlendirmeli insan! Bir filmi izlerken bile, hatta sıçarken… “Özgürlük anlam katabilmektir… Susmak akıp giden hayata itirazdır; çığlıklar içindeki ruhumuza da intihar…”
19 Kasım 2008. Çocukken ismimle çağrıldığımı pek anımsamıyorum. Mahallemizdeki bakkalın çırağı, dört numaradaki komşumuz, öğretmenlerim ve hatta anne ve babam bile, “gerçekliği aynılıktan bir bakışta çekip çıkarmanın” zorluğundan olsa gerek, işin kolayına kaçarak bana (hep demeyeceğim ama) çoğu kez “ikiz” diye seslendi. Hatta bir gün, ikizimle birlikte bahçede “Kıllıbaba” oynarken, dört numaradaki komşumuzun her ikimize birden aynı isimle (kardeşimin adıyla) seslendiğine (ki bunu da çok sık yapardı) tanık olan karısı, adamı saflığından ötürü bir güzel haşlamıştı. Bunu o zaman umursamıyordum, dahası bir ‘sıfatla’ ya da ikizimin adıyla çağrılmaya alışmıştım. (Sanırım onun ismi hafızada daha çok kalıcı; zaten benim ismimin de yarısı su! Ayrıca, bir İsveç atasözünün dediği gibi, “Çok sevilen çocuğun birçok adı vardır.”) Size şimdi burada, kişinin ön adının –metafizik!– öneminden Benjamince söz edecek değilim. Ama kısacık bir ek yapmak ve metallerin iç dünyasındaki ‘fiziksel’ bir doğrudan/gerçeklikten insanın gündelik yaşantısına bakıp, kişinin toplumsal hayattaki deformasyonunun adıyla birlikte başladığını ve –kavramın malzeme mühendisliğindeki mutlak anlamı yardımıyla– bu kaçınılmaz deformasyonun ona aynı zamanda bir ‘form’ verdiğini, böylece bir ‘direnç’, iyisi mi ‘yaşama direnci’ kazandırdığını izninizle söylemek istiyorum. Gene de, çocukluğumun geçip gittiği bir yaşta, bir gün sokakta tek başıma yürürken adımı unutmamın (belki de karıştırmamın) kısa bir an için de olsa yaşattığı dehşetli çaresizliği hissedebilmeniz için ‘aynı deneyimi’ yaşamış olmanız gerekir. Deneyimin bilgisini şiirsel söz dışında vermenin yolunu bilmiyorum. Ya da, “Ağzında lokma bulunan kimse adını söyleyemez ve adını söyleyen kimse lokmasını acı kılar.” Ama kuşkusuz, patlamadan önce gökteki kapkara bulutların günlerce sıkışması misali bir yoğunlaşmayla, uzak/benzemez olanı yaşantıya yaklaştıran/benzeten ve derinliğini bakışa borçlu bir düşünme edimiyle, bir bakarkeş, bir düşünkeş olmakla, yaşanmamış bu/bir deneyimin eşiğinden atlanabilir. Bu da ‘yaşantı’ demektir’ ve deneyimin dışından onu anımsayan kişiye katacağı fazlalık da adeta yüce bir şeydir!
Benjamin kadar ‘deneyime’ vurgu yapan, yaşamın her ânının özgül bir deneyim olarak yaşanmasının olanaklarını, “masalların ve çocuk kitaplarının vaatlerine sözcüğü sözcüğüne inanan” bir çocuğun ciddiyetiyle araştıran bir başka yazara rastlamadım. (Adorno’nun kulakları çınlasın!) Bir öğrenme biçimi olarak deneyimde onun en çok önemsediği olgununsa ‘bakmak’ olduğunu düşünüyorum. Benjamin için ‘bakmak’ büyüleyici ve böylece yetkinleştirici bir edimdir: “Görüntü idealardan önemlidir çünkü bir görüntüden bin bir ideaya ulaşmak olasıdır.” Nesnenin tinsel diline ortak olabilmenin, bu dili anlayabilmenin, onunla iletişime geçebilmenin önkoşuludur bakmak. Onun, henüz yirmi bir yaşındayken, adeta bir “Yangın Alarmı” verircesine, “‘Güzelliğe yönelik romantik arzu, gerçekliğe yönelik romantik arzu, eyleme yönelik romantik arzu’nun modern kültürün ‘aşılamaz’ kazanımları olduğunu ilan ederek yeni bir romantizmin doğuşuna çağrıda bulunduğu ilk makalelerinden biri olan Romantik’ten” (1913) başlayarak, “birbirinden çok farklı üç kaynaktan –Alman Romantizmi, Yahudi Mistisizmi ve Marksizm– beslenen ve (görünürde) birbiriyle bağdaşmaz [?] bu üç perspektiften hareketle, bunların birleştirilmesini veya eklektik bir ‘sentezi’ni değil fakat derin bir özgünlük taşıyan yeni bir kavrayışın icadını” ortaya koyduğu son metni “Tarih Kavramı Üzerine tezlerine” (1940) kadar, güya bir sistem oluşturmayan, ‘fragmanlar’ halinde bölük pörçükmüş izlenimi veren yazınsal çalışmalarındaki –bu son Opus Magnum’daki– bilinçli seçiminin, bütünü alabildiğine parçalayan, görüneni muazzam bir şekilde soyutlayan bakışla ve sadece bu yolla edinilen bin bir düşünceyle girift bir şekilde ilişkili olduğunu düşünüyorum. Öyleyse nasıl bir bakış? Bakışı, zaman dahil hiçbir olguyla henüz koşullanmamış olduğundan, hayat denilen kuşatıcı bütünü –aslında doğası gereği– ‘akustik’ biçimde algılayan ve her ânıyla şaşırtıcı bulduğu bu karmaşadan/kamaşmadan kendi anlamlarını ‘yaratan’ bir kâşif çocuğun bakışıdır bu. Yani, en saf söyleyişle, poetik bir bakış. Çocukken belki zararsız olan, (kuşkusuz zararları ebeveynlerce engellenen ve böylece köreltilen) poetik bakma yeteneğinin, yetişkin bir insanda nasılsa benzer bir saflık ve inatçılıkla sürüyor olduğunu –haksız sayılmayacak bir kuşkuyla bile olsa– varsayabiliriz. Ama gerçekte çoktan yitirilmiş bu tümlüklü algının kişinin sosyal yaşantısı içindeki yabancılaştırıcı, dahası (“çileci” bile değil) imha edici etkisini hissedebilir miyiz? Bu bence hiç kolay değil! Bunu hissedebilmek, bir nesneye/şeye onu kaybetmeyi göze alacak kadar indirgeyici/soyutlayıcı bir bakışla olasıdır. Poetik bakış işte budur! Soyutlanan ve nihayet kaybedilen şey ‘anlam’dır. İsimsiz kalmak denli korkutucu! Ne var ki, şiirin muazzam bir kısaltma olarak tanımı, ister istemez bunu gerektirir. Hiç kuşkusuz, (en kusursuz biçimiyle Blanchot’nun vurguladığı) şiirin bu yok edici gücü Apollonvari bir dengelemeye muhtaçtır ve bu dengelemelerin her türü elbette bir yanılsama da olabilir. Tıpkı bakılan şeyde görünenin kendisi gibi! Ama bir tür şiirsel deneyimin herkes için olanaklı olduğuna –kuşkulu bile olsa– inanmak, anlamın herkeste aynı anlama gelebildiği kuşatıcı bir poetik an vaadini sürüncemede bırakacaktır. Ve her birimiz, hayatın insana daha yaraşır biçimde yaşanabileceğine duyduğumuz özlemle, böyle bir deneyimin gerçeklik payını araştırmaya mecburuz. Kaldı ki, tek başına Benjamin’in deneyimi, bunun olanaklarını fazlasıyla içerir ve anımsatır: Yeniden yeni bir biçimle kristalleşecek olan şey (ki bu şey bütün bir şeydir), yitirilmiş anlamdan başka bir şey değildir. Kaybetmenin (gizli) amacı, bulmaktır…
Benjamin külliyatına hangi kapısından girerseniz girin, metnin esrarlı kapalılığında dolaştıkça izleniyormuşsunuz duygusuna kapılırsınız. Eğer korkmaz da bu labirentte yolunuza devam ederseniz, şeylerin bakışlarının hep bir ağızdan konuştuğunu, bağırdığını duyarsınız. Geçmişten, şimdiden ve belki gelecekten gelerek bulunduğunuz yere doğru akan uğultulu ırmakların içinde boğulan, yüzen sayısız insan, hayvan, nesne, gölge, yaşantı, deneyim: mutlak bir parçalanmanın resmi. Alman Barok Draması üzerine olan ve büyük yoğunluğu alıntılardan oluşan alegorik çalışması Alman Tragedyasının Kökeni’nde, kuşatıcı ve çıkışsız bir biçimde şöyle der Benjamin: “Hakikat akustik bir fenomendir.” Ama bu onun kavranılamayacağı anlamına gelmez. “Hakikat, elbette ki, anlaşılan, anlaşılabilen bir şeydir; ama, bu anlama işi poetik bir fenomendir ve yalnızca poetik düşünme yeteneği ile idrak edilebilecek bir şeydir.” (Ünsal Oskay’ın kulakları çınlasın!) Ve kişiye kutuplarda dolaşan sinekleri görebilme yeteneği kazandıran bu çok özel armağan, (Borges’in kulakları çınlasın!) elbette tehlikeli bir iştir: “Devingenlik, gelişme, özgürlük gibi insana ait ortalama dünyayı oluşturan her şey, Benjamin’de şekilsizlik ve öznesizliğe varan bir çözülme ile tüm doğal düzenin elinden alınan adalet içinde eriyip dağılır. Benjamin’in felsefesi bu çözülme nedeniyle aslında insanlıkdışıdır: İnsan, kendinden kaynaklanan ve kendi için varolan bir varlıktan çok Benjamin’in felsefesinin sahnesi, yeridir. Bu konunun yarattığı dehşet belki de Benjamin’in metinlerinin en derin zorluklarını tanımlar. (…) Benjamin’de kurtarıcı olan, gerçekten de tehlikenin olduğu yerde ortaya çıkar.”
24 Kasım 2008, sabah. Galiba, 1996 senesinin Aralık ayının ortalarıydı, ya da sonraki yılın ilk günleri… Dünya denen gezegen üzerinde nefes almaya başlayalı tam olarak 10.592 gün 6 saat olmuştu ki, kusurlu kelebek yaşımı bitirdiğim doğum günümde, ormanın tenha bir köşesinde oturup Dip Metin’i yazdım. Fiziksel ağırlığım –kalemim ve kâğıtlarım dahil– net 55.279 gram, ayakkabılarım ayağımdayken boyum 166 santimetreydi. Ve bir kez daha, “Uçan kar, barbar göğü sersemletiyor”du ve “İçim öylesine yücelmişti ki, göklerin üstüne çıkmıştı.” Bu esinlenme deneyiminin birkaç hafta sonrasıydı işte! O yekpare ânın bana bağışladığı ve bir türlü aklına oturmak gelmeyen hızdan tortop olmuş heyecan buhranı içindeki halimle, ormandaki hurdalıkta mastırımı yapıyordum. Ama geçecekti, biliyordum. Hemen hemen bir yıl önce, hızdan tortop olmuş düşsel bir hızlı zamanın durağanlığında aklına uyumak gelmeyen sarhoş fare halimden biliyordum. O nasıl geçtiyse bu da geçecek ve yerini “Süreklilik içindeki felakete karşılık gelen hisse, şimdi ile az önce yaşanmış an arasına yüzyıllar koyan, antik çağı yorulmak bilmeden üreten Spleen”e bırakacaktı. (Bizzat yaşayarak öğrenmiştim ki, hızın biçimlendirdiği ipince, zahmetsiz bakan/gören/yaşayan varoluşlar vardır. Ama hayat biraz yavaşlamaya görsün, varoluşun biçiminin nasıl yamulacağı bile kestirilemez. En eskiye dönüş yoktur. Kişi en eski lümpen halini bile arar, tıpkı bir çekme deneyi numunesi gibi, makinenin çeneleri arasında boyun vermiş, ha koptu ha kopacak haliyle, hayatın hayhuyu içinde en gündelik sıkıntıları bile özler hale gelir.) Öyleyse elimi çabuk tutmalı, layıkıyla oynamam için kıçımdan ha bire kan alıp duran bu akademik oyunun ilk çinkosunu kazanmalıydım. Bu beklenmedik bir şanstı ve bu hızlı ve zahmetsiz halimle henüz deneylerini yapmaya başlamadığım tezimi yarın sabaha yazıp bitirmem içten bile değildi! Soğuma hızının, hızla katılaşan Al-Fe-V-Si alaşımının mikro-yapısı ve yüksek sıcaklık dayanımı üzerindeki etkisini araştırıyordum. Bu, yüksek sıcaklık uygulamaları için geliştirilmiş, ticari kullanımı olan bir alaşımdı. Ağırlıktan üretim maliyetine kadar birçok avantaj sağlayacak ve titanyum alaşımlarının pabucunu dama atacaktı. Hani ya, titanyumdan imal edilen parçalar, eğer becerebilirsem artık benim hafif ve ucuz, ama süper dayanıklı metalimden üretilecekti. Benim umurumda olmasa da, para dünyayı şekillendiren şeydi. Ama bunun için, normal koşullarda alüminyum içinde ezelden beri neredeyse hiç çözünmeyen demir elementini, hem de % 10 gibi çok büyük bir oranda çözünür kılmam ve alaşımın içyapısını da suyla tuzun kardeşliği kadar rafine hale getirmem gerekiyordu. Doğaya tam olarak meydan okumak demek olan, Herakles’in işlerinden bile zor bu zahmetli işi başarmaksa, ancak ve ancak, (diyelim 1000 santigrat derecede) eriyik halinde bulunan alaşımın sıcaklığını, 1 saniyede en az 100.000 santigrat derece birden düşürmekle olasıydı. Vay canına sayın seyirciler, hatta vay anasına!.. Ergimiş alaşımı, potanın dibindeki minicik delikten yüzeyi bakır kaplı ve su soğutmalı döner bir tambur üzerine püskürten bir aparatı, –aslında basbayağı bir makineyi– yapıp bitirmiştim. Sıra onu test etmeye, işin asıl eğlenceli kısmına gelmişti. Eriyik, hızla dönen buz nefesli tamburun üzerine daha adımını atar atmaz donacak ve incecik şerit folyolar halinde uzaya fırlayacaktı. Folyolarda elde etmeyi umduğum kalınlıksa, ki işin püf noktası tam olarak buydu, yaklaşık 30 mikrondu. (Alaşımıma bu olağanüstü biçimi verecek olan, bu muazzam soğuma hızıydı; hıza içkin nihai form da içyapıdaki imkânsız kristalleşmeyi/bütünleşmeyi sağlayacaktı. Normal koşulların aksine, –tamamı olağandışı olan bu anlık prosesin ardından– bu kez, bırakın ‘verili/uygun/güvenli’ mekânlarına aheste aheste gitmeyi, atomların hiçbir şey için tek bir an bile düşünmeye vakitleri yoktu, olamayacaktı. Tıpkı şiir gibi ey okur, ya da belki de, devrim gibi!) Metallerin hayatında gerçekleştireceğim katliam için her şey hazırdı. Önce sevgili alaşımımı hazırlamalıydım. Sabah erkenden dökümhanedeydim. Teknisyenimiz Hamit Abi benden önce gelmiş, çayı demlemiş ve vakit kaybetmeden o günkü programının hazırlıklarına başlamıştı. Benim deney ilk sıradaydı. Zavallı alaşımımdan 1 kilogram hazırlayacaktım ve bunun için 847 gram alüminyum gerekiyordu. Diğer üç elementin toplamı kalan 153 gramı oluşturacaktı ve bunun 117 gramı demirdi. Bu üç element için gereken miktarlarda malzemeyi tartarak hazır ettim. Alüminyumu da, kesiti 5×5 santimetre olarak önceden hazırlanmış ve dökümhanenin bir köşesine istiflenmiş kütüklerin birinden kesecektik. Otuz-kırk santimetrelik birini seçip getirdim. Hassas tartıya koyarak ağırlığını öğrendim, bana gereken miktardan çok fazlaydı. Hızlı gözlerim kütüğün kesilecek yerini bir bakışta işaretleyiverdi. Kalemimle çizdim. “Hamit Abi,” dedim, “tam buradan keseceksin.” Yüzüme bakıp güldü. Gülümsemesinde, gülüşünün saflığını bozan şeyi tanıdım. Aldırmadım. Ben de gülümsedim. Başı kalabalık olsa, ikinci bir zahmete girmemek için ve haklı olarak, “Bir zahmet eline kalem-kâğıt-cetvel al da adam gibi hesapla-ölç-biç ve öyle çiz getir” derdi, biliyorum. Ama sanırım, o da bu işi gizli bir bahis gibi görmek ve oynamak istiyordu. Çünkü dünya “Hep aynı dünyaydı ve gene de sabırlıydı.” Kütüğü metal testeresine koydu, testereyi çalıştırdı. Bu arada çay olmuştu, ofise geçtik ve çayın yanında birer de sigara tüttürdük. Kesilen parçanın tablaya düşünce çıkardığı sesle –ki sesi bile, ben 847 gramım diyordu– yerimizden kalktık, testerenin yanına geldik; alüminyum parçayı elime aldım, üzerindeki kayganlaştırıcıyı bir bezle sildim ve temiz halini tartsın diye Hamit Abi’ye uzattım. Onun, kargaların bokunu daha kıçındayken donduran o kış günü, bir süredir gözlerime musallat olan apacı hızın varoluşuma kattığı zahmetsizlikten ne anladığını bilmiyorum…
“Her serüven ıstırap dolu olabilir, ama bütün ıstıraplar biçimlenme lütfuna erince anlam kazanır. Alüminyum bu yüzden demirin fazlasını kusar, serüvene ihtiyacı yoktur, sınırlarını bilir, dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan olmak istemez. Varsın yumuşak, parlak ve hafif olayım, beni de ciddiye alanlar var der, avunur. Oysa için için demiri ve hatta haddi olmasa da vanadyumu bile kıskanır. Her ikisiyle de gizli fakat ortak bir izdivaç düşler durur. O vanadyum ki, demirden çok daha kuvvetli, daha güzeldir. Demir gibi her taşın altından çıkmaz, ele ayağa düşmemiştir, bu yüzden asil ve çok değerlidir. Onun gibisi az bulunur. Öyleyse alüminyum, bırakın demiri kustuğu gibi kusmayı, vanadyumu yutamaz bile, denir. Doğrudur. Hakikatten duyulan korku, iç yaşantılarımızın maruz kalacağı depremin bilinmez şiddetiyle ilgilidir. Ayakta kalabilmek kalıtımsal değildir, her şeyin şansa bırakıldığı imkânsızın denenmesidir. Ne kadar inceleceğimiz ve ne kadar öteye savrulacağımız, böylece ne kadar demiri ve vanadyumu hazmedebileceğimiz, hepsi de sınanmak içindir. Altımızdaki zemin ne denli kaygan, ne denli soğuk ve ne denli fırtınalıysa, o denli hızlanır, o denli inceliriz. Öte yandan, yalnızca paramparça olmuş biri mükemmele özlemi bilir. Yalnız sürgüne uğrayan adam sonsuzluğa ulaşır. Çok yüksek, anlık soğuma hızı, alüminyumun doygunluk sınırlarını alabildiğine genişletirken, bu demir ve hatta vanadyumla kucaklaşmak demektir, yepyeni bir isim, yeni bir yazgı, tanıksız bir iç yaşantı… Ona nihai biçimini de verir. Böyle tehlikeli, korkunç bir soğuma hızının yatak elementi alüminyuma yaşattığı hazzı, doyumsuz tatları ve onun gereksinim duyduğu romansı biliyorum.”